SERAP

SEVUNUR

RIEDEL

EIN

KÄMPFERISCHER

GEIST

 

Yazan gözlemci Fuat Hendek

 

 

 

                                                    SERAP

                                                    SEVUNUR

                                                    RIEDEL      

 

                         

                                                                                                                                               SAVAŞÇI

 

                                BİR

                                                                                      RUH

 

 

 

SAVAŞÇI BİR RUH

 

Bazen bir konu, bir güdü beni etkisi altına alır. Otururum, fırça ve spatulalarımı elime alırım… Sırtım ağrıyıp, gözlerim yandığında (acıdığında) başımı kaldırırım…

Alışılageldiği gibi(ya da her zaman olduğu gibi) duvar saatinin yelkovanı saat 4’ü gösterir, öğleden sonrasını değil, tam tersine sabahın dördünü. Ancak şimdi doymuş(muradına ermiş) ve mutlu olarak sakince uyuyabilirim.

Bazı seri halindeki resimler böyle ortaya çıkarlar, örneğin Madagaskar seyahatinden sonra yaptığım Muson-RESİMLERİ- gibi…

Benim resimlerimi kuralları kesin belirli bir sanat türü içinde görmeye çalışmayın.

Bunlar benim öznel duygularım, dışarı vurumlarımdır. Resim yaparken kafamın içinde daima somut şekiller vardır. Ve bunlar yavaşça soyut şekillere dönüşür.

İyi (tamam o zaman), biz onları hemen SOYUT DIŞAVURUMCULUK olarak adlandıralım.

O’nun Atölyesine ilk kez girdiğimde, aklıma gelen ilk soru “ ben bir savaş alanında mıyım acaba? Oldu.” Hayır bir düzensizlik dağınıklık yoktu. Tam tersine karşılıklı iki açık alan ve küçük bir mutfak vardı, her şey temiz ve tertipliydi. Bir sanatçı atölyesi olabilecek kadar düzenliydi. Çünkü her iki odada sayılamayacak kadar çok, resim ile doluydu. Sadece bir köşede bir şövaleye, bir tabureye ve bütün renkleri üzerinde taşımanın ağırlığıyla, boyaların, renklerin birbirine karıştığı mermer levhanın oluşturduğu küçük bir masa için yer vardı. Resimlerin yanı sıra mekânı bir Viyolonsel-Konserinin insanı sakinleştiren, hayal kurmasını sağlayan melodileri dolduruyordu.

Ve, ışıldayan bal renkli gözleriyle, sıcak, samimi bir kadının yüzü!...

Tüm bunlar kesinlikle bir “SAVAŞ ALANI” konumuyla bağdaşmıyordu. Buraya daha ilk adımını attığında beni sarıp sarmalayan bu etki nerden kaynaklanıyordu?

Arkadaşım bizi tanıştırdığında ve biz alışılagelmiş “iyi günler - çok memnun oldum” gibi sözleri karşılıklı söylerken ben sadece “SAVAŞ ALANI” sorusuyla meşguldüm.

Birden anladım. Bu etki, bütün ağırlıkları, ciddiyetleri ile duvarlara yaslanan ve tüm mekânı AURALARIYLA (albenileriyle) dolduran resimlerden kaynaklanıyordu. Resimleri daha yakından incelemek, gözden geçirmek istedim. Büyük bir rafın üzerinde sabırsızca kendi meraklılarını bekleyen birçok resmin bulunduğu yan odaya girdim. Birkaçını aşağıya indirerek yakından inceledim. Renkleri ayrı ayrı, fırça darbelerini ve spatula izlerini, renklerin doruk noktaları ve derinliklerini anlamaya çalıştım; bir resimden diğerine giderek kendimi ve zaman kavramını kaybettim. Sanatçının ban ne ikram edebileceğini sormasıyla kendime geldim Hayır hiçbir şey, bir bardak su dahi istemiyordum. Bu resimlerin mücadeleci ışıltısının etkisi altında renkler ve şekillerle dolmuştum.

Bir süre sonra, kendimi zorda olsa, yan odadaki resimlerden uzaklaştırdığımda, resimlerin mücadeleci ruhunu onların yaratıcısı SERAP’ın ışıldayan gözlerinde gördüm. İki gün sonra O’nu evinde ziyaret ettim. Limanda bir kahvede oturmaya, kendisi ve resimleri üzerine konuşmaya karar verdik. “Tam yola çıkarken mutlaka dışarıya mı çıkmak istiyorsunuz? diye sordu.” Güzel bir balkonunu olduğunu söyleyerek “küçük çaplı bir kahvaltı” hazırlayabileceğini belirtti. Neden olmasın ki? Eğer ona büyük bir zahmet vermeyecekse bir fincan kahve ve küçük bir kahvaltı fena olmazdı…

Balkon gayet rahattı, güneşin tadını çıkardım. Bu civarın eski halini anımsamaya çalıştım. Duisburg Limanının Avrupa’nın en büyük iç limanı olduğunu, 30 yıl önceki görüntüsünü düşündüm ve O’nun sesini işittim.

Sanatçı, tercihimin çay mı yoksa kahve mi olduğunu soruyordu. Küçük bir kahvaltı ile birlikte geldi. O bunu çabukça, kendiliğinden oluşturmak istiyordu. (yani sıcak ve samimi bir ortam olsun istiyordu.) Büyük balkon masası birden bire zengin bir Brunch-Büfesine dönüşüverdi. Bütün bunları böyle çabuk hazırlamayı nasıl başarmıştı acaba? Ya da ben saatlerce düşüncelere mi dalmıştım. Sadece bildiğimiz (alışılagelmiş ) peynir ve zeytin değil, tam aksine enfes yiyecekler, köfteden, değişik salatalardan, doldurulmuş hamur işlerine kadar her şey davetkâr bir şekilde bana bakıyordu. Şaka yapmaya çalıştım: “ben bir ressam ile mülakat yapmak için geldim fakat korkarım ki bu mülakatı bir aşçı ile yapacağım.”

Neden olmasın ki diye gülerek cevap verdi. “Siz her ikisini de yapabilirsiniz” Ben O’nun söylediklerini anlamaya çalışırken, O: çünkü ben eğitimli bir aşçıyım, uzun yıllar aşçı olarak çalıştım, dedi.

O, serbest çalışmış. Farklı restaurantlarda çalıştıktan sonra, Adliye kantinini işletmiş. Bunun gerçekten zor bir iş olduğunu, fazla zaman olmadığını, buna karşın fazla enerji tükettiğini anlattı. Bu yüzden bu işi sonlandırdığını, serbest çalışmaya başladığını, böylece kendini daha fazla resimlere verdiğini söyledi.

Mesleğini tamamen bırakmamış, bu güne dek yemek ve resim kursları yapıyor, fahri terapist olarak bağımlı insanlarla resim çalışmaları yapıyor, yemek seminerleri veriyor, bu seminerlerde sadece yemek pişirmeyi değil aksine birlikte çalışma ve yapıcı iletişim çalışmaları yapıyor. Tabi ki evde severek kendisi yemek pişiriyor, kendi özel sunumlarını deniyor, arkadaşlarını RAKI-SOFRASI’NA davet ediyor ki o masa etrafında saatler boyunca sohbet ediliyor ve Türklere has Anason rakısı Türk Mutfağının zengin yemek çeşitlerinin tadına bakılarak birlikte içiliyor.

Bana mutlu bir şekilde “Yemek ve resim yapmak arasındaki bağlantıyı anlattı:

“Yemek ve resim yapmak arasında aslında büyük bir fark yoktur. Yemek yaparken farklı malzemeleri birbirine karıştırıyorum, diğerinde yani resim yaparken farklı renkleri (boyaları) birbirine karıştırıyorum. Yani söylemek gerekirse; içinde duygu olmayan hiçbir yemek insanın hoşuna gitmez ve yine içinde duygu olmayan hiçbir resimde diğer insanları etkilemez, büyülemez. Duygu!... Gerçekten de O’nun resimlerinde ve de masadaki nefis yemeklerde çok güçlü bir şekilde hissediliyordu. O’na atölyesine ilk girdiğimdeki hislerimi açıkladım. “SAVAŞ” diye sordu. Evet, tamamen benim bütün hayatım bundan ibaret, bakışlarını gök yüzüne çevirdi. Gençlik yıllarını hatırladı ve anlatmaya başladı: “ Ben çok erken anne oldum, henüz 13 yaşındaydım?”, şaşkınlıkla “13 yaşında mı?” diye sordum. Hayır, ben o yaşta çocuk doğurmadım. Annem çok erken öldü. Ben de ailenin tek kız çocuğuydum. Böylece onun rolünü (yani annemin rolünü) ben üstlendim.

Bu andan itibaren kardeşleriyle ve kendisiyle ilgili savaş başladı. Bu zor durumla mücadele etmek zorundaydı. Tekrar okula gidebilmek, bir meslek edinebilmek, kendisini geliştirebilmek, mesleğini ileriye taşımak ve nihayetinde: kendini bir ressam olarak ispatlayabilmek…

Babası Türkiye’de iken memurdu. Bu güne dek onun niçin Almanya’ya gitmek istemiş olmasını kendine açıklayabilmiş değil. Hiçbir şeyimiz eksik değildi diyor. Hatta bir arabamız bile vardı, iyi yaşıyorduk diye açıklıyor. Belki de sebep büyükannesinin yanında çalışan kişi idi. Almanya’ya gitti ve bir yıl sonra bir Mercedes ile geri geldi “dedi”, babam belki de mesleğinden dolayı devamlı şehirden şehre taşınmaktan yorulmuştu. “dedi”

Şimşek hızıyla Almanya’ya gitmeye karar verdi. Ama bu ülke onun hayal ettiği gibi değildi. Mannesmann’daki yalnız iş, vaktiyle memur olan birini sadece fiziksel değil, aynı zamanda büyük bir psikolojik baskı altına aldı. Aynı arkadaşları gibi fazla para biriktiremedi, yaşam standartlarını koruyabilmek için kazandığını harcıyordu, çünkü her şeyi o yapmak zorundaydı. (yani bütün sorumluluk ondaydı.) Ve karısının beklenmeyen kaybı… Şanssızlık olarak, onun bütün moral bozukluğunu ve matemini SERAP birlikte taşımak zorunda kaldı. Kardeşlerine bakmak (göz kulak olmak) ve annesinin arkasında bıraktığı boşluğu doldurmaya çalıştı. Evet o bir misafir işçi çocuğu idi, okulda sınıf arkadaşlarından iki kat daha fazla zorlanması, meslek eğitiminde diğerlerine göre daha fazla çalışması gerekiyordu. Ve resimler yaptı…

“Kendimi bildim bileli resim yapıyorum. Henüz küçük, minnacık bir çocukken bile elimde her zaman renkli kalemlerin fırçaların olduğunu hatırlıyorum.” Dedi.

Resim sanatı için gerekli temel taşları adım adım, kendi kendine oluşturdu. Bu arada tabii ki resim kurslarına gitti, orada sadece teknik öğrendi. Sarı ile kırmızının portakal rengini ve mavi ile karıştırıldığında yeşilin ortaya çıktığını…

“Gururla, diğer her şeyi kendim ortaya çıkardım dedi”, ve bana bir resim gösterdi.

“Bu resme bakın. Bu hangi renk? Mavi diyebilirsiniz, ama bana hangi mavi olduğunu söyleyebilir misiniz? Çivit mavisi mi, Prusya mavisi mi? Ya da ultra marin (Koyu deniz mavisi) mi? Hayır, siz bu maviyi adlandıramazsınız, çünkü o benim mavimdir. Benim tuvalimdeki hiçbir renk tüpten çıktığı gibi değildir. Sadece renkler değil, ayrıca şekiller, fırça darbeleri, bazen parmak izleri, HEPSİ, bana aittir. Her şey benim gerçekliği algılayışımın, hatıralarımın, düşüncelerimin ve duygularımın yansımasıdır. Bu benim SANATIM ve bunları 20 yılda ortaya çıkardım.

Ara vermeksizin duygusal bir iş olması sebebiyle, devamlılık arz eden amansız bir SAVAŞ. Ve ben savaşmaya devam ediyorum. Gün be gün (her gün). Gözlerinde yorgunluk bilmeyen savaşçı bir ruhun ve meydan okumanın ışıkları parıldadı ve tabii ki, kendi kendini yetiştirmiş başarılı bir kadının gururu. 20 yıl ara vermeden çalışma. Atölyesinde gördüğüm tüm resimleri anımsıyorum. Orada gerçektende O’nun geçtiği, başardığı tüm evreler duruyordu. O’nun tek başına klasik, akademik bir tahsil yaptığını söyleyebilirim, Klasik gerçekçi çizimler ve şekil çalışmaları, farklı renk teknikleri denemesi, çiçekler, manzara, portreler ve soyutlar, ki o bunları yavaşça keşfediyor. Birçok amatörün tercih ettiği kolay yoldan gitmiyor, çünkü soyut resimler renk karışımı dokusuyla, temel bilgi olmaksızın olmaz.

“Mesela oradaki resim. Bir soyutlamayı, birbirinin zıttı olan renklerin zenginliği güçlü kılar.”

İnsan dikkatlice bakar, resmi içselleştirmeye çalışırsa, yavaşça bir yapıyı görür. Bir Liman binasını. Bu daha fazla oluşturulamaz var edilemez

Bunlar, buradaki manzaralar, güney Çin’deki dağlardan, Uygur bölgesinden; buradakilerde, Kübalı Kadınlar. Bunlarda bulutlar (Gökyüzü) ve dağlar, ben bunları son Türkiye seyahatimde gözlemledim.

Evet onların hepsi burada. Renk kombinasyonları aracılığıyla ışıklar ve gölgeler ve de şekiller yukarılara doğru yükseliyor. (ya da başını kaldırıyor ve O’nun savaşçı ruhu.)

İnsan bu resimlerin önünden kolayca geçip gidemez. Çünkü etkisi güçlü görünen yüzlerin ardında bir şeyler gizlidir, insan ancak kendine zaman tanıyıp, resimlerin uzun uzun içine işlemesine izin verirse, sadece o zaman anlayabilir.

Kısa bir süre önce sanatçı Madagaskar’da idi. Şimdi yeni bir yolculuğa hazırlanıyor.

İstikamet yeni renkler, biçimler, kokular, ÇİN’e…

 

Fuat Hendek

Almanca'dan Türkçe'ye çeviren  Meral Arslanbek